mevlana

Mevlana ve Mevlevilik

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî... Bir büyük Allah dostu, tasavvuf mesleğinin kâmil mürşidi,Mevlevilik yolunun pîri. Fânî âlemden geçeli sekiz asır olmasına rağmen hâlâ insanlara yol göstermeye devam ediyor. Batı'da pek çok kişi onun vasıtasıyla İslâm'la tanışıyor.

Eserleri, her dönem, dünyada çok satan kitaplar listesinin üst sıralarında yer alıyor. Türbesi ziyaretçi akınına uğruyor. Mesnevi'nin girişinde 'Herkesin zannında dost oldum' dediği gibi, herkes bir şekilde kendini ona yakın görüyor. O ise kendini "Ben canım bedende oldukça Kur'an'ın bendesiyim. Muhammed Muhtar'ın ayağının tozuyum." diye anlatıyor. Genç yaşında Selçuklu devrinin en hatırlı âlimleri arasına giren Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra mânâ âleminin yüksek ufuklarında dolaşmaya başladı. "Nereye başımı koysam secde edilen O'dur. Bağ, bülbül, sema ve sevgili hep birer bahane... Bunların hepsinden maksat O'dur." diyerek ömrünü tevhid neşesi içinde geçirdi. Anadolu'nun Moğol istilası ile sarsıldığı bir devirde yaşamasına rağmen "Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?" diyerek etrafına güzellikler saçtı. "Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil. Topluluk rahmettir, ayrılık değil." buyurdu. Vefatından sonra onun izinden gitmek isteyenler, sevenlerinden ve sevdiklerinden Hüsameddin Çelebi'nin etrafında toplandı. Meşrebi, yaşayış tarzı, oğlu Sultan Veled zamanından itibaren sistematik bir tarzda tespit edildi. Bu yola Mevlevîlik adı verildi.

 


Semâ

Âl-i İmran Sûresi'nde "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve 'Rabb'imiz, bunu boş yere yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi ateşin azabından koru.' derler." buyurulmaktadır. Semâ, Mevlevî yoluna mahsus bir zikir tarzıdır. Mevlânâ'nın semâı, bir merasime tabi değildi. İçinden geldiği zamanlarda, bazen bir dost meclisinde, hatta bazen yolda yürürken dönerek zikretmeye başlardı.

"Hâl ehlinin kalplerinin hizmetkârıdır semâ"

Usulleri zamanla tespit edildi

Semâ, Mevlânâ'dan sonra zaman içinde belli usullere tabi olan, ayin-i şerif denilen hususi beste eşliğinde icra edilen bir hal almıştır. Mevlevîhanelerin açık olduğu dönemde sema ayini, vakit namazının kılınmasıyla başlardı. Ardından Mesnevî dersi yapılarak semâya geçilirdi. Günümüzde semâya namazdan sonra Mesnevî ile başlama usûlüne her zaman riayet edilmemektedir.

Başta mezar taşı, sırtta kefen

Semâzenler, semâ esnasında başlarına keçeden sikke, üzerlerine tennure denilen uzun etekli kolsuz elbise, destegül adlı önü açık bir ceket giyerler. Bellerini elifî nemed isimli bir kuşakla sararlar. Mevlânâ zamanında Mevleviler o devrin kıyafetlerini giymekteydiler. Zaman içinde kıyafetler değişti; fakat Mevleviler, Selçuklu tarzı kıyafetlerini muhafaza ettiler.

Cânın câna selamı

Semâ öncesi şeyh efendi ve semâzenler ağır adımlarla üç kere meydanı devrederler. Devr-i Veledî denilen bu yürüşün ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn ya da tevhid-i ef'al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat mertebelerini tefekkür için yapıldığı ifade edilir. Devir esnasında post önüne gelenler 'cemal cemale niyaz ederler' ki bu, canın canı, insanın insanda tecelli edeni selamlamasıdır.

'Âşıkların gıdasıdır semâ'

Hırkalarından soyunup şeyh efendinin izniyle meydana çıkan semâzenler, kalp istikametindeki sol ayakları sabit, sağ ayaklarıyla çark atarak dönmeye başlarlar. Sağ el yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde kol açılır. Semâ ayini, aralarda bir miktar durarak dört 'selâm' halinde icra olunur. Dört selam şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerini ifade eder.

Doğu da, Batı da O'nun

Semâ sırasında her dönüşte içten bir kez 'Allah' denilir. "Doğu ve Batı Allah'ındır. Yüzünüzü nereye çevirseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara, 115) hükmünce her türlü varlıktan soyunup, O'na teslim olunur. Kur'an tilaveti ve dua ile mukabele sona erer. Mevlevilikteki zikir belirli zamanlarda yapılan semâdan ibaret değildir. İsm-i celâl zikri ve Mevlânâ'nın okuduğu duaları ihtiva eden evrad da vardır.

Ümitsizlik dergâhı değil!

"Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz ney gibiyiz, iki yüz mezhep ehli ile bir perdede konuşuruz." diyen Mevlânâ'nın dergâhı, her dönem insanların sığınağı oldu. Osmanlı devrinde Konya'daki dergâhtan başka âsitâne denilen on dört büyük dergâh, köylerdekiler hariç yetmiş altı zâviye vardı. Mevlevî dergâhları asırlar boyu muhabbetin, güzelliğin, zarafetin menbaı olarak hizmet etti. Bu zarafet Mevlevîlerin konuşmalarına kadar sirayet etmiştir. Bir Mevlevî hiçbir zaman kapıyı kapatmaz, sırlar. Lâmbayı söndürmez, dinlendirir. Onların nazarında kapatmak, söndürmek nâhoş kelimelerdir.

Mevlevî dergâhlarında semâ yapılan bölüme semâhane adı verilir. Zahiren, ortasında daire şeklinde ahşap zeminli semâ meydanı bulunan geniş bir salondur. Gerçekte ise nefisle cihad edilen, kâinatın her zerresi gibi döne döne Allah'ın anıldığı bir mekândır. Giriş kapısının karşısında mihrap ve minber bulunur. Etrafında ziyaretçiler için maksureler ve ayin bestesinin icra edildiği mutrıbhâne yer alır. Mihrabın ön kısmına kırmızı şeyh postu serilir. Post ile kapı arasında varsayılan çizgiye ise hatt-ı istiva denilir. Tevhidin ana çizgisini ifade eden hatt-ı istivaya edeben basılmaz.

mevlana mevleviMevlânâ'nın dilinden

Beri gel, daha beri, daha beri. Bu yol vuruculuk nereye kadar böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye kadar? Sen bensin işte, ben senim işte... Ne diye bu direnme? Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık? Topumuz bir tek olgun kişiyiz... Ne diye böyle şaşı olmuşuz? Zengin yoksulu hor görür, ne diye? Sağ, soluna yan bakar, ne diye? İkisi de senin elin... Peki, kutlu ne, kutsuz ne? Topumuz bir tek inciyiz... Başımız da tek... Aklımız da tek. Ne diye iki görüp kalmışız bu iki büklüm gökkubbenin altında? Sen habire gevele dur bakalım... Habire "usul boylu birlik çam ağacı" de... Sonu nereye varır bunun şu beş duyudan, altı yönden? Varını yoğunu birliğe çek, birliğe. Kendine gel... Benlikten çık... Uzak dur... İnsanlara katıl... İnsanlarla bir ol... İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin... Bir ulu deniz. Aksine kendinde kaldın mı, bir damlasın, bir dane... Dünyada nice diller var, ama hepsinde de anlam bir... Sen kapıları, destileri hele bir kır, sular nasıl bir yol tutar gider göreceksin.Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur. Gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş! Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeriat üzre sabit, öbür ayağımızla yetmiş iki milleti devrederiz.

1001 günlük eğitim

İnsan, bir tarafı meleklere, bir tarafı şeytana uzanan tecelliler manzumesi. Nefis ise Kur'anî ifade ile 'kötülüğü çok emredici'. İnsanoğlu, nefsini terbiye edip yaratılma gayesine uygun bir inanış ve yaşayış içine girdiğinde 'mahlukatın en şereflisi' sıfatına bürünüyor. Mevlevilik yolunda 1001 gün süren bu manevî terbiyeye 'çile' deniliyor. Çileye talip olan, üç gün boyunca dergâhta saka postu denilen yerde oturtulur, gerçekten bu yolda kararlı olup olmadığı sınanırdı.

Çile çıkarmakta olan 'can'lar, mânevî eğitimleriyle birlikte mutfakta ayakçılık, süpürgecilik, pazarcılık, bulaşıkçılık, şerbetçilik, çamaşırcılık gibi on sekiz çeşit hizmeti de sırasıyla ifa ederlerdi.

Çile çıkaran dervişlerin eğitiminden aşçı dede ile onun muavini mahiyetindeki kazancı dede sorumluydu. Sema meşki de dervişlere verilen eğitimlerden biriydi.

Mevlevihanelerde Mesnevî okutulur, dervişlere rızkını helalinden kazanması için kabiliyetine göre güzel sanatlardan biri öğretilirdi. Mevlevihaneler birer sanat akademisi gibiydi.

Çilesini tamamlayan derviş, 'dede' olur. Ancak Mevlânâ yoluna gönül veren herkesin dergâhta 1001 gün çile çıkarması gerekmez. Böylelerine tarikat usûlünce muhip denilir.

Eserleri

Mesnevî: Sekiz asırdır irşad vazifesini devam ettiren Mesnevî, dünyada en çok satan kitaplar listesinde üst sıralarda yer alıyor. İlahî hakikatlerin hikâyeler vasıtasıyla aktarıldığı altı ciltlik Mesnevî'nin dili o dönemin kültür dili olan Farsça. 'Dinle neyden' diye başlayan ilk on sekiz beytini bizzat Mevlânâ kaleme alır; kalan bölümlerini kendi söyler, Hüsameddin Çelebi yazar. Dîvân-ı Kebîr: Mevlânâ'nın kasidelerini, gazellerini, rubailerini bir araya getirir. Mesnevî'de öğretici bir üslup hakimken, Dîvân-ı Kebîr'de coşkun ve âşıkâne bir söyleyiş dikkat çeker. Mektûbat: Mevlânâ'nın devrin ileri gelenlerine nasihat için ve kendisine sorulan mesele- lere cevap mahiyetinde yazdığı mektuplardan oluşur. Fîhi Mâ Fîh: 'İçindeki içindedir' anlamına gelen Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ'nın çeşitli konulardaki sohbetlerini ihtiva eder. Yaptığı sohbetlerin oğlu Sultan Veled ya da bir müridi tarafından toplandığı sanılmaktadır. Mecâlis-i Seb'a: Kelime manası olarak yedi meclis demektir. Mevlânâ'nın yedi vaazının kaydedilmesiyle meydana gelmiştir.

Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî

Hazreti Mevlânâ, 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Babası Sultanü'l Ulemâ Behâeddin Veled, annesi Mümine Hatun. Kendi ismi ise Muhammed Celâleddin. 'Efendimiz' anlamına gelen 'Mevlânâ' ifadesi, yaşadığı topraklarda tanınması için yeterli. Bir zamanlar diyar-ı Rum olarak bilinen Anadolu'yu mekan tuttuğundan Batı dünyası ise onu 'Rûmî' olarak biliyor. Altı yaşında iken ailesi ile Hicaz'a gitti. Ardından Şam yoluyla Anadolu'ya geldi. Bir müddet Karaman'da bulunduktan sonra nihayet Selçuklular'ın başkenti Konya'ya yerleşti. Yolda Feridüddin Attar, Muhyiddin Arabî gibi kıymetli şahsiyetlerle görüştü. Babasının vefatından sonra Seyyid Burhaneddin Tirmizî'nin terbiyesi altına girdi. Halep ve Şam'a gidip ders okudu. Seyyid Burhaneddin'in vefatından sonra irşad ve ders okutma ile meşgul oldu. Müderrislik yaptı. 38 yaşında iken Tebrizli Şems'le karşılaştı. Şems-i Tebrizî'nin aynasında kendi hakikatini buldu. 'Hamdım, piştim, yandım' cümlesiyle ifade ettiği dünya hayatını 17 Aralık 1273 tarihinde tamamladı, şu an Konya'daki dergâhında yeşil kubbe altında bulunan kabrine sırlandı. Geride bıraktıklarına vasiyeti ise şöyle: "Size gizli ve alenî Allah'tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, dâimâ şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olandır. Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun." Mevlevîlerde iç ve dış elbisenin hiç birinde ilik ve düğme olmaz, kapanacak yerlerde aynı kumaştan yapılan karşılıklı ipe benzer kısımlar, birbirine viler, elifî denen ağı, pantalon ağından biraz geniş şalvar, ya­kası bir parmak enliliğinde ve sol taraftan iliklenen bele yahut belden bi­raz aşağıya kadar inen dar kollu ince gömlek, bu gömlek üstüne kolsuz, yakasız, fakat omuzlara gelen yerlerinde, omuz başlarını örtecek şekilde ve gittikçe ensizleşen müdevverce bir istitale bulunan ve bele kadar inen önü açık yelek (Hayderî, Hayderiyye) ve hepsinin üstüne de yakasız ve enseden göğse kadar yanlarda, ekseriyetle Oniki İmâm'a işaret olarak oniki, yahut Mevlevîlerce kutlu sayı olan onsekiz makina dikişi bulunan ve hırka denen eden ve hırkanın dikişlerinin sayısından ve arkadaki şekilden başka bir hususiyet yoktu. Başta dal sikke bulunurdu. Şeyhler de bir merasime iştirak etmiyorlarsa destarsız sikke giyerlerdi. Son zamanlarda merasime bile gidilse şeyhin yanındaki dede, bir mahfaza içinde destarh sikkeyi taşır, iktiza edince şeyh, başındaki sikkeyi çıkarır, onu giyer, çıkardığı sikkeyi mahfazaya koyardı. Şeyhler, mukabeleden başka günlerde tekkede de dal sikke giyerle Mevlevîlerde iç ve dış elbisenin hiç birinde ilik ve düğme olmaz, kapanacak yerlerde aynı kumaştan yapılan karşılıklı ipe benzer kısımlar, birbirine bağlanırdı.

MEVLÂNÂ MÜZESİ

Mevlâna Dergâhı'nın yeri, Selçuklu Sarayı'nın gül bahçesi iken Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'e hediye edilmişti. Bahaeddin Veled, 1231 yılında vefat edince buraya defnedildi. Mevlânâ'nın da aynı yere sırlanmasından sonra Mimar Tebrizli Bedrettin'e 'Kubbe-i Hadra' (Yeşil Kubbe) denilen türbe yaptırıldı. Daha sonra yapılan ilavelerle büyük bir külliye haline gelen mekân 1926 yılına kadar dergâh olarak hizmet etti. Tekkelerin kapatılmasından sonra Mevlânâ Dergâhı müze haline getirildi.

Hazreti Mevlânâ'nın kabrinin ziyaret edildiği mekâna Huzur-ı Pîr adı verilir. Mevlânâ'nın kabri, oğlu Sultan Veled'le aynı örtü altında yan yanadır. Yanıbaşlarındaki ahşap oyma şaheseri yüksek sanduka ise babası Bahaeddin Veled'in kabridir. Türbede Mevlânâ soyundan ya da onun müridlerinden pek çok zatın daha kabri bulunmaktadır. Sikkeli sandukalar erkeklere, sikkesiz sandukalar ise hanımlara aittir. Girişte soldaki altı sanduka ise Bahaeddin Veled'le birlikte Belh'ten geldikleri söylenen Horasan er- lerinindir.

Mevlânâ Müzesi'nde günümüzde Hazreti Mevlânâ'nın kıyafetleri, Mevlevî kültürüne ait ve pek çoğu birer sanat eseri olan eşyalar ile aralarında Mesnevî'nin ilk nüshalarının bulunduğu el yazmaları ziyarete açık tutulmaktadır. Müzedeki eserlerden biri de bronz üzerine altın ve gümüş kakmalarla süslenmiş nisan tasıdır. Toplanan nisan yağmurları bu tasta biriktirilir, üzerine dualar okunduktan sonra Mevlânâ'nın sarığının ucu suya batırılırdı. Daha sonra bu su şifa niyetine dağıtılırdı.

Derviş hücreleri Çilesini tamamlayan dervişlere dergâhta hücre tahsis edilirdi. 'Hücrenişîn' dedeler burada yaşarlar, misafirlerini burada ağırlarlardı.

Matbah-ı Şerif Mevlevî dergâhının mutfağı olan bu kısım aynı zamanda çile çıkaran dervişlerin yetiştiği mekândı. 1. Kazancı Dede, dervişlerin eğitiminden de sorumluydu. Ocağın bulunduğu yer de Ateşbâz-ı Velî makamıydı. 2. Çileye talip olan can, üç gün boyunca saka postunda oturtulup sabrı denenirdi. 3. Semâ meşki, semâ tahtası üzerinde yapılırdı. 4. Mevlevîhanelerde yemek son derece zarif kurallara riayetle topluca yenirdi. Yemek sofrasına somat denilirdi.

Mevlânâ Türbesi Mevlânâ ailesi ve efradının kabirleri Hz. Mevlânâ Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled Mevlânâ'nın babası Bahaeddin Veled Çelebi mezarları Horasan erleri

Mevlânâ Müzesi Cümle Kapısı: Dergâhın ana girişidir. Meydan-ı Şerif: (Günümüzde Müze Müdürlüğü) Matbah-ı Şerif Hürrem Paşa Türbesi Hâmuşân Kapısı: Mevlevîler, ölene sustu mânâsında 'hâmûş oldu', mezarlığa suskunlar mânâsında 'hâmuşân' derler. Sinan Paşa Türbesi Fatma Hatun Türbesi Hasan Paşa Türbesi Çelebi dairesi (Kütüphane) Kubbe-i Hadra Çelebi Kapısı: Mevlânâ soyundan olan Çelebi'ler dergâha bu kapıdan girerlerdi. Mescid Semâhane Red Kapısı: Tekke terbiyesine aykırı büyük bir suç işleyen dervişlerin ayakkabılarının uçları dışarıya doğru çevrilir, bunun anlamını bilen derviş sessizce bu kapıdan tekkeyi terk ederdi.

Kaynak: zaman.com.tr