Ahde Vefâ
Müslüman, bir akid bağladığı an ona sâdık kalır. Bir antlaşma yaptığı zaman
yerine getirir. Kişinin söylediği sözde durması îmanın gereğidir. Mü'min suyun
yatağına vardığı gibi sözünde duran insandır. O, halk arasında verdiği sözlere
sadık kalmakla tanınır. Kimsenin onun vereceği sözden cayacağından endişesi
olmaz. Yeminin yerine getirilmesi gerekli olduğu gibi sözün de yerine
getirilmesi lüzumludur. Verilen sözü yerine getirme ve yeminde durmanın kaidesi:
Bunların hak ve hayırlı işlerde sarf edilmiş olmalarıdır. İsyanda verilen söz ve
günah iş için edilen yeminin, îfâ edilmesi gerekmez. Resulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuş: "Herhangi bir hususta yemin eden kişi bundan daha hayırlı bir şey
görürse yemin keffaretini versin ve daha hayırlı olan o işi yapsın." (129) Böyle
bir yeminde ısrar etmenin bir mânâsı yoktur. Bu yemini bozmak daha
faziletlidir.Bir hadiste şöyle buyrulmuştur."Kişinin verdiği yeminden dolayı
ailesine yaklaşmamada ısrar etmesi, Allah'ın vermesini farz kıldığı keffareti
vermemesinden daha büyük bir günahtır.''(130) Onun için İslâm'ın kabul ettiği
hususlardaki ahitler yerine getirilir. Diğerleri ise bu hükmün dışındadır. İnsan
meşru bir konuda söz verdiği vakit imkân nisbetinde bunu yerine getirmelidir.
Çünkü îman ve insanlık halleri, bu durumda tereddüt ve gevşekliğe mahal
bırakmaz. Enes b. Malik'in şöyle dediği rivayet ediliyor: "Amcam Enes b. Nadr,
Bedir savaşma katılmamıştı. Resulullah'a (s.a.v.) - "Ey Allah'ın Resulü! Ben,
müşriklerle yaptığınız savaşa katılamadım. Şayet Allah (c.c.) seninle beraber
savaşa katılmamı nasib ederse ben müşriklere ne yapacağımı bilirim" dedi. Uhud
gününde müslümanlann hezimeti ortaya çıkınca o "Allah'ım arkadaşlarımın
yaptığından dolayı beni mazur görmen müşriklerin de yaptığından dolayı beni
mazur görmeni, niyaz ediyorum" dedi ve öne atıldı. Onu Şad bin Muaz karşıladı.
Ona da "Ey Muaz'ın oğlu Sa'd, Nadr'ın Rabbına yemin ederim ki ben cenneti
istiyorum. Ben cennet kokusunu Uhud dağı tarafından duyuyorum" dedi. Sa'd: Ey
Allah'ın Resulü! Onun yaptığını ve atılganlığını ben yapamadım dedi. Enes: -"Biz
onu, vücudunda 80 küsur kılıç, ok ve mızrak yarası, bir de müşriklerce burun ve
kulaklarının kesildiği bir durumda gördük. Kız kardeşi onu parmak ucu ve
vücudundaki bir benek vasıtasıyla tanıyabildi. Enes: (Devamla) Bizler aşağıdaki
ayetin o ve onun benzeri kişiler hakkında nazil olduğunu kabul ediyorduk dedi.
(131) "Mü'minlerden öyle erkekler vardır ki Allah'a verdikleri söze sadakat
ettiler. Kimi şehid oluncaya kadar savaşacaklarına dâir adağını ödedi (şehid
oldu). Kimi de şehid olmayı bekliyor. Onlar asla verdikleri sözü
değiştirmediler."(132)
Ahde vefa, iki unsura muhtaçtır. İnsan nefsinde bunlar
meydana geldiğinde verdiği söze bağlı kalmak ve onu ifa etmek kolaylaşır.
Allah (c.c.) Âdem (a.s.)'dan yasaklamış olduğu ağaçtan
yememesi için söz almıştı. Fakat Âdem (a.s.) unuttu za'fa düştü, sonra da ahdini
bozdu. "Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan) yeme diye emr verdik de unuttu.
Biz onda bir sabır ve sebat bulduk."(133) Azimet ve hafıza zayıflığı, kişiyi
farz olan ahde vefaya sarılmaktan alıkor. Zaman, acayip hadiselerini insan
üzerinde cereyan ettirir. Onun gözü önünde devamlı olaylar sergilenir, kendisi
çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya gelir. Öyle bir hal alır ki, aydınlık yollan
kapkara kesilir. Kendisince önceden bilinen hususlar bilinmez olur.
Bunun için insan, devamlı olarak unuttuğu şeyleri
hatırlatacak, karanlık ufuklarını aydınlatacak bir uyarıcıya muhtaçtır. Bu
hatırlatıcıyı korumaya delalet eden Kur'an ayetleri ne kadar da çoktur...
"Rabbınızdan size indirilen Kur'an'a uyun. Allah'dan başka
dostlar edinip onlara uymayın. Siz ne az düşünüyorsunuz. "(l 34)
"Bu İslâm dini Rabbının doğru yoludur. Gerçekten biz
ayetlerimizi düşünen bir topluluk için beyan ettik."(135) "Giyim eşyasını
göndermek, Allah'ın ihsanına delalet eden alametlerdendir. Gerektir ki düşünür
ve anlarlar."(136) "Biz böylece ölüleri diriltiriz.'(137) Verilen ahdin yerine
getirilebilmesi için uyanık ve kuvvetli bir hafızaya ihtiyaç vardır. Ahid
aldığını unutan biri nasıl olur da bu ahdini yerine getirebilir? Onun için
ahitten bahseden âyet "Hatırlatma" konusuyla bitiyor. "Allah'a verdiğiniz
ahitleri yerine getirin. Düşünmeniz için Allah, sizlere bunları emretti."(138)
Kişi verdiği sözü hatırladığı an buna, zorluğu aşacak, zevkleri kıracak bir azmi
de katması gerekir. Sözü yerine getirmek ne kadar zor olursa olsun bu azim kınlmamalı ve gerçekleşmesi için herşeyi göze almalıdır. Yarış meydanında
herkesin derecesi bir olmaz, bazen verdiğimiz söz çok ucuza malolur. Bazen de
kişinin dost ve hayatına bile malolabilir. İşte bunlar dünya ve âhiretteki
şerefli görevlerdendir. Şair şöyle der: "Zorluklar insanlara maruz olmasaydı,
cömertlik olmazdı. Bu hususlarda öne atılmak savaş kadar zordur."
Kur'an, yüksek derecelere rahatlıkla ulaşılabileceği ve büyük
hayırlara az çalışmayla varılabileceği görüşünü reddeder.
"Yoksa siz ey mü'minler! Kendinizden evvel geçenlerin halleri
hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici
sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki peygamber
ve maiyetinde îman edenler Allah'ın yardımı ne zaman olacak diyesiye kadar.
Bilin ki Allah'ın yardımı muhakkak yakındır" (Bakara: 214) İnsan anlayışlı bir
zihne ve şerefli bir kalbe sahip oldu mu bu insan, aynı zaman da vefakar da
sayılır. Müslümanın bağlandığı ahitler derece derece farklıdır. Bunlann en
büyüğü ve en mukaddesi kişiyle Rabbı arasında olan antlaşmasıdır. Muhakkak ki
Allah insanı kudretiyle yaratmış, nimetiyle beslemiş ve ondan bu hakikatlan
bilmesini ve itiraf etmesini talep etmiştir. O, bunları yapmadığı takdirde
tehlikelere duçar olur. Bunun neticesinde de ya onlan tanımaz hale gelir veya
inkâr etmiş sayılır. "Şeytana itaat etmeyin, o size açık bir düşmandır. Diye
size öğüt vermedi mi? Ey Ademoğulları! Bir de bana ibadet edin. Doğru yol
budur."(139)
Cemiyeti fesad ve sapıklığın kapladığı anlarda kim,
Peygamberlere kulak vermez, gösterdikleri yolu takip etmezse tek başına Rabbını
bulabileceğini düşünüyordur. İşte Allah'ın tüm insanlardan aldığı misakın manası
budur: "Hatırla ki Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarıp da
onları nefislerine karşı şâhid tutarak "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
buyurduğu vakit onlar da "Evet Rabbimizsin. Şahit olduk" demişlerdi. Bu şahit
tutuşumuzun sebebi kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktur. Dersiniz diyedir.
Yahut "Doğrusu atalarımız önceden Allah'a ortak koşmuştu. Biz onlardan sonra
gelen bir nesil bulunuyoruz. Şimdi o bâtıl yolu kuranların yaptıkları günahlarla
bizi helak mı edeceksin" dersiniz diye. İşte ayetleri böylece açıklıyoruz. Olur
ki küfürden tevhide dönerler."(140)
Âyetin zahirinden anlaşılır gibi görünen herhangi karşılıklı
bir konuşma yoktur. O, sağlam fıtratın Allah'a yönelişi ve onu bilmesidir. Yine
o, kâinatta serpilmiş olan delillerle Allah'ı birlemek, tazimde bulunmak,
Allah'tan uzaklaştıran ve O'na ortaklar edinen basit taklitlerden kurtuluştur.
Bu metod Arap lisanında meşhurdur. Dillerde dolaşan meşhur
bir darb-ı mesel şöyledir: "Duvar çiviye: Niçin bana eziyet ediyorsun, dedi.
Çivi bana vurandan sor. Benim üstümde olan beni rahat bırakmıyor da ondan dedi:
"İşte insanın bu akdine sâdık kalması dünyadaki şeref ve âhiretteki kurtuluşunun
esasıdır.
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın. ve
bana itaat ederek Tevrat'taki ahdime vefa edin ki, ahdinize vefa edeyim. Ancak
benden korkun." (el-Bakara: 40)
Resulullah (s.a.v.) kendisine gelen heyetleri, İslâm'dan
seçtiği bazı mühim konularda ve kültür seviyelerine göre eğitirdi.
Avf bin Malik şöyle der: Biz Resululah (s.a.v.)'in yanında
dokuz, sekiz veya yedi kişi idik: "Bana biat etmez misiniz?" buyurdu. Ellerimizi
uzatarak Sana biat ederiz Ey Allah'ın Resulü" dedik. "Bana şu hususlarda biat
ediniz," buyurdu: "Allah'a ortak koşmayacağınıza, O'na ibadet edeceğinize, beş
vakit namaz kılacağınıza, dinleyip itaat edeceğinize (bir de sessiz olarak şu
kelimeyi ekledi) kimseden birşey istemiyeceğinize... "Avf bin Malik": Ben bundan
sonra biat edenlerden bazılarını gördüm. Birinin elinden kamçısı düşüyordu da,
kendisine verilmesini dahi kimseden istemezdi." (141)
Sen, verilen ahdin nasıl tatbik edileceğine ve estetiğine dikkat et. Bu biat
herkese kendisinden en fazla karşı karşıya geldiği ve muhtaç olduğu hususlarda
bir nasihat mesabesindeydi.
Hâkim'e zulmetmemesi hususunda, tüccara hile yapmaması hususunda, görevliye de
rüşvet almaması vs. konularında nasihat etmek gerekir. Din konusunda herkes
mükelleftir. Fakat bazı konularda, bazı kişilerin daha fazla aydınlatılmaları
gerek. Bazı İslami bölgelerde belli şahıslar, yapmacık biatlar düzenlerler fakat
gerçekten de bunların pek faydası olmuyor. Bunların durumu yapmacık ilaçlan
yazdırmak ipin doktorluk taslayan sahte doktorların durumu gibidir. Bunlar
hastalığı artırmaktan başka birşey yapmazlar.
İslâm bir bütündür. Onunla amel etmek her zaman ve her mekânda şüphe götürmez
bir vecibedir. Resulullah (s.a.v.) davasını arap ve diğer kavimlere
ulaştırabilmek, risaletini korumak, davetini muhafaza etmek hususlarında
ensardan mal ve canlarıyla cihad edeceklerine dair biat almıştı. Ensar'ın
Resulullah'a vermiş bulundukları bu biat, inanç tarihinde en sağlam ve en
ihlaslı biat sayılır. Bu biat hac mevsiminde ve mehtaplı bir gecede yapıldı.
Bundan sonra biata katılanlar muhtelif işlerine dağıldılar. Şu var ki, biatta
nelere söz verildiyse bunlar gönül rızası ve istekle yerine getirildi ve tatbik
edildi. Bu insanlar biata olan bağlılıklarından dolayı Bedir ve ondan sonra
yapılan İslâm-tâğut savaşlarında Resulullah'ın davası için canlarını rahatlıkla
verehildiler. Resulullah (s.a.v.) çetin zamanlarda i'la-ı kelimetullah için bu
cemaata güvenerek yola koyuldu. Huneyn savaşında müslümanlar yenik düşünce
İslâm'a yeni girenler büyük guruplar halinde Resulullah'ı terkettiler.
Resulullah kendileriyle biatlaştıklanndan, verdikleri sözleri yerine
getirmelerini taleple onları yardıma çağırdı.
Enes anlatıyor: "Huneyn savaşında Hevazin ve Gatafan kabileleri ile birlikte,
başkaları da çoluk çocukları ve develeri ile beraber müslümanlara yöneldiler.
Resulullah (s.a.v.) ile onbin kişi ve birçok âzad edilmiş köle vardı. Tüm bunlar
savaşta Resulullah'ı tek başına yalnız bıraktılar. Bu arada Resulullah tek
başına savaşıyordu. Üst üste iki nidada bulundu. Ve sağına dönerek:
"- Ey Muhacir topluluğu! buyurdu. "Buyrun ey Allah'ın Resulü! Emrine amadeyiz."
Sonra da sol tarafına yönelerek:
-" Ey Ensar topluluğu! dedi. Onlar: "Buyurun ey Allah'ın Resulü! Emrine hazırız.
Bu sırada Resulullah (s.a.v.) binmiş olduğu boz katırdan inerek: "Ben Allah'ın
kulu ve Resulüyüm" buyurdu. Bundan sonra müşrikler hezimete uğradı. Resulullah
büyük ganîmetler elde etti. Bunu Muhacir ve azad edilmiş köleler arasında taksim
etti. Fakat Ensar'a hiçbir şey vermeyince onlar: " Zorluk anında bizler
çağrılırız. Fakat ganimetler başkalarına verilir," dediler. Resulullah bunu
duyunca hemen onları toplayarak şöyle buyurdu: "Sizlere ne oluyor (ses yok). Ey
Ensar! Başkasına dünyalık, size de Muhammed (s.a.v.)'in olmasına, onu evlerinize
götürmenize (onunla beraber bulunmanıza) râzı değil misiniz?" deyince onlar:
Olur, Ya Resulallah! Buna razıyız," Deyip kabul ettiler. Resulullah
(s.a.v.):"Tüm insanlar bir tarafa Ensar da bir tarafa doğru gidecek olursa ben
ensarın gittiği tarafa doğru gideceğim dedi.(142)
Şu bir gerçektir ki büyük davalar ensar sadakati gibi can ve mallarını bu yolda
verecek, basit menfaatlara mağlup olmayacak ve onlarla uğraşmayacak insanlara,
herşeyden daha fazla muhtaçtır.
Resulullah (s.a.v.)'ın onlara ganimet dağıtmadaki bu tatbikatı, onların îman ve
ihlaslarından kaynaklanmaktaydı. Resulullah bedevileri İslâm dinine ısındırmak
için sevdikleri mal ile, kalplerini okşamak istemiştir. Ensar'ın güçlü îmanını
da bildiği için onları bu yakın îmanlarıyla başbaşa bırakmıştır. Resulullah
böyle durumlarda şöyle buyururdu: "Bazıları bana daha sevimli oldukları halde
diğerlerine mal veririm ki bu sayede cehennemden korunmuş olsun."(143) Ahde
vefanın güzel misallerinden biri de kişinin geçmişinden ibret alıp el'an ve
geleceğini değerlendirmesidir. Mesela biri geçmişte fakir ve hasta bulunsa,
şimdi de iyileşip zenginleşse böyle birinin geçmişini unutup şımarması hiçbir
zaman fakirlik ve hastalık yüzünü görmediğini söylemesi uygun değildir. Böyle
bir insafsızlık nifakın bir çeşidi olup, sahibini Allah'ın rahmetinden mahrum
kılabilir. Rivayet edildiğine göre Medine halkından olan "Salebe" ensar
meclisinde "Allah bana mal verecek olursa ondan herkesin hakkını çıkarıp, sadaka
verip, akrabalara yardım edeceğim" diye yeminde bulundu. Sonra amcası oğlu ölüp
ona çok mal bıraktı. Sa'lebe verdiği sözü yerine getirmedi. Bunun üzerine şu
âyetler nazil oldu:
"Onlardan kimi de Allah'a şöyle kesin söz vermişti: Eğer Allah bize lütuf ve
kereminden ihsan ederse muhakkak zekatı vereceğiz. Gerçekten sâlihlerden
olacağız. Ne zaman ki Allah, kereminden isteklerini verdi, cimrilik edip yüz
çevirenler (oldular). Zaten yan çizip duruyorlardı. Nihayet Allah'a verdikleri
sözü tutmadıkları ve yalan söylemeyi âdet edindikleri için, Allah'da bu işlerin
sonunu kalplerinde kıyamet gününe kadar devam edecek bir nifaka çeviriverdi.
Hele o (münafıklar) bilmediler mi ki? Allah onların gizledikleri sırları da
bilir, fısıltılarını da... Allah gâibleri hakkıyla bilendir."(144) Nimeti inkâr
ve ahdi bozmanın kötülüğüne delalet eden kıssalardan biri de Ebu Hureyre'nin
rivayet ettiği şu hadistir:
"Beni İsrail'den kel, kör ve abraş olan üç kişiye Allah (c.c.) imtihan gayesiyle
bir melek gönderir. Melek ilkin abraş olana gelir, "-Senin çok sevdiğin şey
nedir?" dedi. -"Güzel cild ve sima çünkü, halk beni çirkin görüyor," dedi (Resulullah
devamla): Melek abraşın vücudunu sıvadı. Ondan bu çirkin manzara gitti ve ona
güzel bir sima, güzel bir ten verildi. Bundan sonra melek ona en çok hangi malı
seversin diye sordu? -"Deveyi," dedi. Ona on aylık gebe bir deve verdi ve:" Bu
sana mübarek olsun" dedi. Sonra melek başı kel olanın yanına geldi. Ona da "En
çok neyi seversin?" dedi. O da "Güzel saç isterim şu kellik benden gitsin.
Herkes benden iğreniyor dedi (Resulullah devamla): Melek onun başını sıvadı da
ondan kellik gitti ve güzel bir saç verildi. Melek: "En çok hangi malı
seversin?" diye sordu. O da "Sığırı severim" dedi. Ona da gebe bir sığır verdi
ve "Allah sana mübarek kılsın" dedi. Melek sonra kör olana geldi ve "En fazla
neyi seversin?" dedi. "Allah 'ın bana yeniden gözlerimi iade etmesini isterim,"
dedi. Resulullah (s.a.v.) diyor ki: Melek onun gözlerini sıvadı. Allah (c.c.)
onun gözlerini tekrar görür hale getirdi. Melek sonra ona "En çok sevdiğin mal
nedir?" diye sordu, -"Koyun"- dedi. Allah (c.c.) ona gebe bir koyun verdi. Deve
ve inek yavruladı, koyun da kuzuladı. Devenin sahibi bir vâdi dolusu deve, inek
sahibinin bir vâdi dolusu inek, diğerinin de bir vâdi koyunu oldu. Bundan sonra
günün birinde o melek üç kişiyle ilk görüştüğü suret ve şekilde abraş kişiye
geldi ve dedi ki: "Ben fakir ve garip bir kişiyim. Yol üzeri maişet ve
memleketime ulaşım sebepleri şimdilik kesilmiştir. Bu günde benim için isteğime
nâil olabilmek için evvela Allah'ın yardımıyla sonra senin. Şimdi ben sana güzel
bir renk, güzel bir vücut ve birçok mal veren Allah'ın rızası için senden bir
deve isterim ki, bu seferimde onun üzerinde muradıma ve beldeme erişebileyim.
Bunun üzerine eski abraş ona: "İyi ama hak sahbleri (isteyenler) çoktur. Her
gelen dilenciye bir deve vermek işime gelmez" dedi. Melek ona;" Öyle sanıyorum
ki ben seni tanıyacağım. Sen halkın iğrendiği abraş kimse değil misin? Sen
fakirdin de bu malı sana Allah vermişti," dedi. Bu eski abraş, Meleğe: "Hayır
ben bu mala atadan ataya intikal ederek sahip oldum." Melek de ona: "Eğer sen bu
iddianda yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin," dedi. Sonra melek ilk
karşılaşmadaki suret ve hey'etinde kel adama geldi de, abraşa dediği gibi ona da
söyledi. Ve abraşın reddettiği gibi bu kel de reddetti. Melek de ona "Eğer sen
bu iddianda yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin" diye beddua etti. Bu
defa melek âmâya geldi de, dedi ki; "Ben fakir bir zavallıyım. Sefer hâli
maişetim ve memleketime dönmem sebepleri kesilmiştir. Bunun için muradıma nâil
olabilmem ancak senden, evvela gözlerini iâde eden Allah rızası için senden bir
koyun isterim ki bu seferimde onunla muradıma ve yerime varabileyim." O kişi
meleğe,"Hakikaten ben âma idim. Allah gözlerimin nurunu iâde buyurdu. Fakirdim
Allah beni zengin kıldı. (İşte koyunlarım dilediğini al, dilediğini bırak)
Allah'a yemin ederim ki bugün Allah rızası için benden alacağın birşeyin
miktarını tahdid ile sana güçlük vermek istemem," dedi. Melek de ona: "Malını
tamamen muhafaza et. Allah üçünüzü imtihan etti de senden razı oldu. İki
arkadaşın ise gazaba uğradı."(145)
İslâm, mâlî ve benzeri konularda yapılan sözleşmelere bağlı kalınmasını emretmiş
ve şartlan doğrultusunda hareket edilmesini tavsiye etmiştir. Hadis'te şöyle
demiştir: "Müslümanlar (bağlanmış oldukları) şartlarına sadıktırlar. "(146)
Muhakkak ki, ticaret ve diğer iktisadî sahalardaki güvenin oluşması, verilen
ahidlerin yerine getirilmesiyle mümkündür.
Ahidlerdeki şartların şeriatın helal kıldığı cinsten olması vaciptir. Aksi
taktirde bunun herhangi meşru bir durumu olmaz. Müslüman, bunları îfâ etmek
mecburiyetinde de değildir.
İslâm nikah esnasında verilen ahidlere herşeyden çok önem vermiştir. Bu hususta
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Muhakak ki bağlamış olduğunuz ahitlerden îfâ
edilmeye en çok lâyık olanı nikah kıymak suretiyle kendinize helal kıldığınız...
Hanımlarla anlaştığınız şartlardır. "(147)
Onun için kendisiyle evlenmiş bulunduğu hanımın hakkından bir dirhem almak veya
bağlamış olduğu ahitleri ihlal etmek câiz değildir. Başka bir hadiste de şöyle
buyurulmuş: "Kim bir kadınla evlendiğinde konuşmuş olduğu mehri (az veya çok
olsun durum değişmez) vermeyi niyet eder, (daha sonra) onu kandırır, bu haliyle
de ölürse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna zinakâr olarak gelir. Kim de
birinden borç alır bunu ödememeye azmederse ve borcunu ödemeden ölürse Allah'ın
huzuruna hırsız olarak gelir."(148)
Bunlara şaşmamak gerek, çünkü Kur'an ahde vefa edilmesini müteaddid ayetlerle
emretmiştir. "(Verdiğiniz) ahdi yerine getirin. Çünkü verdiği sözden cayan mes'uldür."(149)
"Andlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini yerine getirin ve yeminleri sağlama
bağladıktan sonra onları bozmayın. Allah'ı üzerinize şahit tuttuğunuz halde
nasıl olur bozarsınız. Şüphe yok ki Allah yaptığınız herşeyi bilir."(150)
Allah, ahid bozmanın güveni sarstığını, anarşiye sebep olduğunu, bağları
çözdüğünü ve güçlüleri zayıf düşürdüğünü Kur'an'da haber vermiştir: "Bir ümmet
diğerinden daha ziyadedir, diye (kâfirlerin çokluğuna bakıp) yeminlerinizi
aranızdan hile edinerek o ipliği sağlamca eğirdikten sonra bozan kadın gibi
olmayın. Gerçekten Allah sizi bununla imtihan eder. Ve dünyada ayrılığa
düştüğünüz şeyi kıyamet gününde muhakkak size açıklayacaktır. "(151)
Bazı insanlar daha büyük bir menfaati elde etmek için, verdikleri sözleri
bozarlar. Milletlerde de durum aynıdır. Onlar da menfaat eseri olarak diğer
devletlerle yaptıkları anlaşmaları bozarlar. İslâm dini ise faziletlerin menfaat
karşılığı öldürülmesini ve insanların böyle kötü niyetleri bulundurmalarını
yasaklamıştır. İslâm fakirlikte de, zenginlikte de olsa, fert ve cemiyetlerin
muhafaza edilmesi için ahidlerin muhafaza edilmesini esas kabul etmiştir. İslâm,
zafer olsun, hezimet olsun mutlak ahidlerin olduğu gibi îfâ edilmesini kabul
etmektedir.
Ahidlerin îfâ edilmesini emrettikten sonra Allah (c.c.) şöyle buyurmuş:
"Yeminlerinizi aranızda fesada bir vesile edinmeyin ki, sonra sağlam
bağlanmışken ayak kayar da Allah yolundan saptığınız için dünyada fena azap
tadarsınız. Âhirette de size büyük azap olur. Allah'ın ahdini az bir bedel
karşılığında değiştirmeyin. Muhakkak ki Allah katında olan sevap sizin için
dünya menfaatından daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz."(152)
İster Müslüman ile olsun, ister kâfirle, verilen ahdi yerine getirmek vaciptir.
Çünkü iyilik parçalanmaz. Bir kavme karşı cömert davranmak, diğerine karşı cimri
davranmak olmaz. Esas olan yapılan andlaşmanın mâhiyetidir. Yapılan antlaşma
meşru bir sahada olduğu müddetçe yer ve şahsa bakılmaksızın mutlaka îfâ
edilmelidir.
Resulullah cahiliyyet döneminde bağlanmış olduğu "Hılfu'l fudûl" hakkında şöyle
der: "Şayet böyle bir antlaşmaya şimdi davet edilseydim, yine de icabet
ederdim." Amr bin el Hamk şu hadisi Resulullah'tan duyduğunu rivayet eder:
"Kim birine eman verdiği halde onu öldürürse velevki öldürülen kâfir de olsa
yine bu katilden beriyim. "(153)
İslâm'ın gayri müslimlerle olan muameleleri hususunda kesin emri işte budur.
Yahudiler, başkalarıyla olan ahidlerinin îfâ edilmelerini gerekli bulmayıp
kendilerini Allah'ın eman ve rahmetine müstahak "Allah'ın oğul ve dostları
(hâşâ) ilan ederler. İslâm ise kesin bir şekilde zimmet ve antlaşması altında
bulunanların tüm ahid ve hukukunu muhafaza eder. İslâm bu konuda şöyle der:
"Ey îman edenler! Ne Allah'ın hac adetlerine, ne haram aya ne kurbanlık
hediyelerine, ne (onlardaki) gerdanlık, ne de Rablarından gerek fazlını ve gerek
rızasını arayarak beyt-i haram'ı kastedip gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.
İhramdan çıktığınız zaman isterseniz avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan menettiler
diye bir kavme karşı beslediğiniz kin sakın sizi tecavüze götürmesin. İyilik
etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlasın. Günah işlemek
ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşın ayın. (el-Maide: 2)
Kur'an'ın putçulara bakış açısına ve onların iddialarına nasıl karşılık
verdiğine dikkat et. Kur'an onları "Allah'tan fazilet ve hoşnutluk talep
ediciler olarak kabul etmiştir. Müslümanlardan ise, güçlü olduklarında iyilik
üzerinde yardımlaşıp kötülük ve günah üzerinde yardımlaşmamaları talep
edilmiştir."
İslâm'ın önemle üzerinde durup kıymet verdiği ahitlerden biri de borçlardır.
Borçlan sahiplerine vermek Allah'ın indinde en kuvvetli haklardan sayılmıştır.
İslâm borçlunun düşeceği kötü tamahkarlık kuruntularını, borcu geciktirme
heveslerini veya vermeme hayallerini, kesin bir şekilde kaldırıp ortadan
silmiştir.
Bu husustaki İslam'ın ilk tedbiri, çok şiddetli ihtiyaç haricinde borçlanmayı
haram kılmasıdır. İslam nazarında lüzumsuz borçlanma tehlikeli bir harekettir.
Böyle bir hareketin kısas görecek günahlardan sayılacağı rivayet edilmiştir.
Şöyle ki:
"Borcunu vermeden ölenden kıyamet gününde bu borcu alınır. Ancak üç şey için
borçlanan bu durumdan müstesnadır:
1. Kuvvetli olmayan birinin borç alması ve Allah düşmanlarıyla kendi nefsinin
düşmanlarına karşı güçlü olmasından dolayı,
2. Yanında bir müslüman vefat edip de onu kefenlemek için
borçlanmak,
3. Bekar kalması nefsi ve dini için zararlı olan birinin borç almak suretiyle
evlenmesi. İşte bu üç durum için borçlanan kimselerin borçlarını Allah kıyamet
gününde öder."(154)
Başka bir rivayette de Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş: "Allah (c.c.) kıyamet
gününde borç sahiplerini huzuruna çağırarak şöyle buyuracak:Ey Ademoğlu!
Almış olduğun borcu hangi sebeple aldın ve vermedin? O, ise; "Allah'ım
malumundur ki aldığım borçla ne yedim, ne içtim, ne giyindim, ne de onu zayi
ettim. Fakat yangın, çalınma ve kaybetmek gibi sebeplerle bu borçları veremedim"
der. Allah (c.c.): Kulum doğru söylemiştir. Onun yerine borcunu ödemeye en layık
olan benim der ve terazisine bir şeyin konulmasını emreder. Böylece hayırları
günahlarından ağır gelir ve Allah'ın fazl ve keremiyle cennete girer."(155)
Bu hadislerden anlaşılıyor ki bazı musibetler ve zor durumlar için borcknıp
veremiyenlerin mazeretleri Allah tarafından kabul edilecektir. Fakat keyf ve
zevk için borçlanarak bunları ödemeyi düşünmeyip, âhiretteki borç cezasından
korkmayanlar ise, geçmiş hadislerden de anlaşıldığı gibi, cesur hırsızlardır.
Hadis şöyle der: "Kim ödemek niyetiyle borçlanırsa, Allah onu ödemeye muvaffak
kılar. Kim de telef etmek niyetiyle borçlanırsa Allah (malını) telef eder."
(156) İslâm borçların ödenip ihmal edilmemesini bir hak olarak kabul etmiştir.
Borçlarını ödemekten kaçanlar için de çeşitli tazminatlar uygulanmıştır. Velev
ki onlar almış oldukları borçlar karşılığında kıymetli ibâdetlerini bile ödemiş
olsunlar.
Ebu Katade (r. a.) şöyle der: Bir adam Resulullah (s.a.v.)' a "Allah yolunda
ölürsem günahlarımı affolunur mu?" diye sordu. Resulullah (s.a.v.): "Şayet
sevabına inanarak, sabırla ve düşmandan kaçmadan savaşırsan günahların
affolunur" buyurdu. Adanı "Herhangi bir şekilde ölsem durum yine böyle olur mu?' Resulullah (s.a.v.): "Evet, borç hariç diğer günahların affolunur. Cebrail
(a.s.) bu durumu bana haber verdi" buyurdu.''(157) Bir başka rivayette şöyledir:
"Şehidin borçtan başka her günahı affolunur".
Selef müslürnanları borcun âhiretteki bu ağır durumunu bildikleri için borçluya,
bir tehlikeyle karşı karşıya gelmezden önce ödenmesi için nasihatta
bulunurlardı. Ebu Derda'dan rivayet edilmiştir ki: Kendisi savaşa katılmaya
hazırlanıp yola koyulmazdan önce, herkesin duyabileceği bir şekilde şöyle derdi:
"Ey insanlar! Kim kendisine bir şeyin isabet edip borcunu ödeyemeyeceğinden
korkarsa hemen dönsün. Bu haliyle benimle savaşa katılmasın. Çünkü kazanacağı
sevap bu günahını karşılamaz".
Müslümanlar şehvanî ve nefsî istekleri için faizle Yahudi ve Hristiyanlardan
borç almaya başlayıp borçlara değer vermez oldular. Bunun neticesinde de
müslümanların beldelerinde musibetler meydana geldi. Borçlan ödemek bazı
müslümanlara zor geliyor. Kanun zoruyla olmazsa birçok haklar kayboluyor. Allah
(c.c.) ahidlerinde sâdık olanları sever. O (c.c.), tenbih kabilinde helak
edeceği kavme şöyle demeden onları helak etmezdi: "Adı geçen ümmetlerin çoğunda
verdikleri söze bağlılık bulmadık. Şu bir gerçektir ki, onların çoğunu ihlastan
çıkan kimseler bulduk.'(158)
________________
(129) Müslim, Nüzûr, 13
(130) Buhâri, T. Sarih, 12/237
(131) Buhâri, T. Sarih, 8/27.1186
(132) Ahzâb,115
(133) Ahzâb,115
(134) A'râf, 3
(135) En am, 120
(136) A'râf, 26
(137) A'râf, 57
(138) Enam, 152
(139) Yûnus, 60-61
(140) A'raf, 172-174
(141) Müslim, Hudud, 41
(142) Buhâri, T. Sarih, 10/340
(143) Buhâri, T. Sarih, 10/341-342
(144) Tevbe, 75-78
(145) Buhâri, K. Enbiya, 6,364-365
(146) Buhâri, K. Sitte, 10/264
(147) Ahmed b. Hanbel, Buhâri, Nikah, 52
(148) Taberâni, Nesai, Nikah, 42
(149) Isrâ, 34
(150) Nahl, 91
(151) Nahl, 92
(152) Nahl, 94-95
(153) Ibn Hibban, Ahmet, 5/224
(154) İbn Mace, K. Sadaka, 21 2435
(155) Ahmed b. Hanbel, İ. Mace, K. Sadaka, 10
(156) Buhâri, î. Mace, K. Sardaka, 11
(157) Müslim, K. İmare, 1886-1S85
158) Araf, 102
Prof. Muhammed Gazali